23 Nisan 2012 Pazartesi

‘Şahane’ mi Misafir


Geçmiş, yeni başlangıçlar, ortaya çıkmayı bekleyen gizler, cinsel kimlik bunalımları, aile ilişkileri… Ferzan Özpetek, dokuzuncu ve şimdilik son filmi Şahane Misafir ile yine çizgisinden şaşmıyor ve benzer temalar üzerinden farklı bir senaryoyla karşımıza çıkıyor. Gerçek dışı, fantastik öykülü film; dram, komedi tarzıyla olağanlaşıyor ve klişe denebilecek bir konu farklı yaklaşım ve işleyişle sıra dışı hale geliyor. 




Başkahramanımız Pietro, oyuncu olmak umuduyla Catania’dan Roma’ya taşınır ve önce çok sevdiği kuzeniyle yaşamaya başlar, daha sonra kiraladığı eski bir eve yerleşir ve istenmeyen misafirlerin ortaya çıkmasıyla sıra dışı olaylar gelişir. Bu misafirler 2. Dünya Savaşı yıllarında, İtalya’da adını duyurmuş ‘Apollonio’ adlı bir tiyatro kumpanyasının üyelerinden oluşan hayaletlerdir. Geceleri bir pastanede kruvasan yaparak geçimini sağlayan Pietro, bir yandan da deneme çekimlerine giderek oyuncu olma hayalini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Amacına ulaşmada sorunlar yaşayan Pietro, aşk hayatında da pek başarılı değildir. Bu sırada misafirlerine alışıp onların hayatlarını araştırmaya, sorunlarını çözmeye uğraşırken Özpetek’in her karakterinde olduğu gibi Pietro’da da ruhsal ve karakteristik anlamda bir değişime uğrar.


1940’ların ünlü tiyatrocularının hayatları üzerinden 2.Dünya Savaşı döneminin acımasız şartları, faşizm, nazizim gibi diktatör rejimlere eleştirel bir yaklaşımla dokunduran film, aynı karakterler aracılığıyla o dönemden bugüne kadar değişen sanat anlayışını vurguluyor. Pietro’nun; takıntı haline dönüşmüş, platonik ve masum aşkı sonunda yaşadığı hüsran ve oyuncu olma hayalini gerçekleştirmede yaşadığı başarısızlıklar filmin başından sonuna doğru değişen karakterini ön plana çıkarıyor. Filmin başta ne olduğunu anlayamadığımız ilk sahnesinden sonuna kadar hayaletlerin geçmişlerindeki gizem ve ana karakterin hayatının ne yönde devam edeceği sorusu merak ve ilginin hiç azalmamasını sağlıyor. İlk sahnedeki başarı son sahnede de yineleniyor ve sıra dışı bir kapanışla noktalanıyor film. 


Komedi ve dramın abartıya kaçmadan, fantastikliğin absürtleşmeden dengelendiği filmde oyunculuklar da oldukça başarılı. Özellikle başrolü oynayan Elio Germano, başlarda çekingen, saf karakterin sonradan olgunlaştığını her hareketiyle, yüz ifadesi ve mimikleriyle gayet iyi canlandırmış. Filmin ülkemizde duyulmasının elbette ki önemli bir nedeni olan Cem Yılmaz ise kendinden istenen komik karakteri doğal ve ölçülü bir şekilde sergileyerek, özellikle de düzgün ve akıcı İtalyancasıyla oyunculuktaki yeteneğini bir kez daha kanıtlamış. 


Özpetek’in filmlerinde olmazsa olmaz müzik ise, Sezen Aksu’nun tanıdığımız ezgileri ve ilk defa duyduklarımızla filmle bütünleşiyor, sahnelere derin anlamlar yüklemeyi sağlıyor. Başarılı kurgusu, giriş sahnesinin arada gösterilmesiyle yaşatılan merak ve gerilim duygusu, finale bağlanma şekli de filmin artılarından diyebiliriz. 


Bazı noktaların ucu açık bırakılması, birçok konu ve karakterin bir arada olması film bittiğinde biraz kafa karışıklığı yaratsa da yine kendine özgü, sıcak bir film yapmış Özpetek. İyi tanıtımı ve oyuncu kadrosundaki Cem Yılmaz sayesinde de yönetmenin ülkemizde en çok gişe yapacağı filmi olacak gibi görünüyor Şahane Misafir, ancak Karşı Pencere ve Kutsal Yürek gibi filmlerinin önüne geçemez tabi ki. 


AND THE OSCAR GOES TO…


Yaklaşık 2 buçuk saat ‘Bugün Ne Giysem’ tadında kırmızı halı defilesinin yer aldığı pre-showdan sonra 84. Oscar Ödül Töreni, bizin için bu sabah Los Angeles’taki Kodak Tiyatrosunda ise Billy Crystal’in sunuculuğunda gerçekleşti. Gecede beklenen sonuçlar oldu, neredeyse hiçbir kategoride sürpriz yaşanmadı. 


Hugo ve The Artist bolca adaylığı bulunduğu ödülleri beşer beşer paylaşırlarken en prestijli olanları The Artist aldı. Cannes ve Golden Globe’dan da ödüllerle dönen film; En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen ödüllerine sahip oldu. Bana sorarsanız sessiz ve siyah beyaz bir yapım olması dışında pek de bir özelliği olmayan filmin bu kadar ödül alması pek de adil değildi ama yönetmen Michel Hazanavicius’un eşine duyduğu aşk Oscar’ı kazandırmış diye de düşünebiliriz tabi. :) Yedi dalda adaylığı bulunan War Horse ise geceden ödül almadan döndü, konu ve sinematografik açıdan oldukça etkileyici olan yapıma haksızlık yapıldığı düşünüyorum.


Törende bir de “en” yaşandı, Beginners filmindeki rolüyle Christopher Plummer En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü alan en yaşlı aktör oldu. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü de daha önce 17 kez adaylığı ve 3 de ödülü bulunan Meryl Streep’in oldu. En İyi Yabancı Film Ödülünü yine beklenildiği üzere “A Separation” adlı ”İran” filmi aldı. 


Gecenin bir bölümünde Oscar’da ödül almış ya da adaylığı olmuş kaybedilen sanatçılar anıldı. Kırmızı halı töreninin sıkıcılığının dışında ödül töreninin temposunun hızlı oluşu ve Cirque Du Soleil topluluğunun yaptığı etkileyici trapez gösterisiyle bir Oscar Töreni daha böylece sona ermiş oldu.


Ödül sahiplerinin tamamıysa şöyle:


En iyi film Ödülü: 
The Artist"
En İyi Kadın Oyuncu:
Meryl Streep "The Iron Lady"
En İyi Erkek Oyuncu:
Jean Dujardin "The Artist"
En İyi Yönetmen:
Michel Hazanavicius "The Artist"
En İyi Kısa Animasyon:
"The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore" William Joyce, Brandon Oldenburg
En İyi Kısa Metraj Belgesel:
"Saving Face" Daniel Junge, Sharmeen Obaid-Chinoy
En İyi Kısa Film:
"The Shore" Terry George, Oorlagh George
En İyi Orijinal Senaryo:
Woody Allen ''Midnight in Paris''
En İyi Uyarlama Senaryo: 
Alexander Payne ve Nat Faxon & Jim Rash "The Descendants"
En İyi Şarkı: 
Man or Muppet ''The Muppets''
En İyi Müzik: 
"The Artist" Ludovic Bource
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: 
Christopher Plummer ''Beginners''
En İyi Görsel Efekt: 
"Hugo" Robert Legato, Joss Williams, Ben Grossmann, Alex Henning
En İyi Animasyon: 
"Rango" Gore Verbinski
En İyi Uzun Metraj Belgesel:
"Undefeated" Daniel Lindsay, T.J. Martin, Rich Middlemas
En İyi Ses Kurgusu: 
"Hugo" Philip Stockton, Eugene Gearty
En İyi Ses Miksajı:
"Hugo" Tom Fleischman, John Midgley
En İyi Kurgu: 
"The Girl With The Dragon Tattoo" Angus Wall, Kirk Baxter
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Octavia Spencer "The Help"
En İyi Yabancı Film:
Jodaeiye Nader az Simin (A Separation) Asghar Farhadi (Iran)
En İyi Makyaj:
"The Iron Lady" Mark Coulier, J. Roy Helland
En İyi Kostüm Tasarımı:
"The Artist" Mark Bridges
En İyi Görüntü Yönetmeni:
"Hugo" Robert Richardson
En İyi Sanat Yönetmeni:
"Hugo" Dante Ferretti, Francesca Lo Schiavo


BERLİN KAPLANI


Eyvah Eyvah serisiyle büyük bir başarı yakalayan Ata Demirer yeni filmi Berlin Kaplanı ile karşımıza çıkıyor. Bu kez Trakya şivesinden çıkmış, Almanya’da yaşayan Türk aksanına bürünmüş.


Almanya’da boksörlük ve bodyguardlık yaparak yaşamını sürdüren ancak bokstaki başarısızlıkları yüzünden borçlanan ve borcunu ödemenin peşine düşen Ayhan Kaplan, Türkiye’den gelen bir akrabasıyla oraya döner ve istediğinden fazla paraya sahip olduğunu öğrenir. Yiğeni ve ailesi arasındaki komik denebilecek ilişkilerine şahit oluruz.


Ata Demirer’in Almanya’da yaşayan Türk tiplemesi güzel, aksanı, mimikleri gayet başarılı ancak senaryonun sıradanlığı ve tam anlamıyla komik olamayışı filmden bekleneni karşılayamıyor. Oyuncu kadrosu iyi, oyunculuklar başarılı fakat sadece Ata Demirer’in oynadığı karakterin üstüne gidildiği ve diğer karakterlere derinlemesine inilmediği için her şey tek bir karakterin arkasında sönük kalıyor. Birinci bölümün Almanya’da geçen sahneleri güldürü açısından vasatın üstünde olsa da Türkiye’de geçen ikinci bölüm sonlara doğru daha çok dramatik yönüyle ön plana çıkıyor. Filmde yine aile unsuru oluşu, neredeyse hiç küfür olmayışı komedi kalitesini yükseltirken basit bir hikayenin konu alınması ve sadece Ata Demirer’in olduğu sahnelerin kahkahalarla değil belki ama gülümsetmesi filmin biraz aceleye getirilmiş, pek özenilmemiş olduğu izlenimini veriyor. 


Kısacası Berlin Kaplanı ailece izlenebilecek eğlencelik bir seyirlik tadında ama Eyvah Eyvah’taki kadar bir komedi beklememek gerekiyor.

KURTULUŞ SON DURAK


Ülkemizde kadına şiddet sadece 3. Sayfa haberlerinde değil manşete taşınacak kadar fazla ve dozajı da giderek artmaya başladı. İşte tam da böyle bir dönemde Türk sinemasının ihtiyacı olduğu film gösterime girdi: Kurtuluş Son Durak.





Adı Vasfiye, Asiye Nasıl kurtulur, Kadının Adı Yok gibi filmlerden tanıdığımız Barış Pirhasan’ın senaryosunu yazdığı, oğlu Yusuf Pirhasan’ın yönetmenliğini üstlendiği film, oyuncu kadrosuyla da oldukça başarılı. Belçim Bilgin, Demet Akbağ, Asuman Dabak, Nihal Yalçın, Ayten Soykök, Damla Sönmez, Yavuz Bingöl, Ahmet Mümtaz Taylan, Mete Horozoğlu gibi birbirinden iyi isimler karakterlere tam da uygun bir şekilde seçilmiş, ödül alabilecek performanslar sergilenmiş.

Sevgilisi tarafından düğününe iki hafta kala terk edilen Eylem (Belçim Bilgin), Kurtuluş semtindeki Saadet Apartmanına taşınır. Saadet Apartmanı sakinleri ismiyle manidar bir şekilde pek de saadet içinde değillerdir. Abileri tarafından yaşlı babasına bakmaya mahkum bırakılmış Vartanuş (Demet Akbağ), kendisini pavyondan kurtarmış mafya tipli kaba saba bir adamla evlilik hayalleri kuran Goncagül (Nihal Yalçın), pısırık kocasından bunalan kuaför Füsun (Asuman Dabak), müzisyen eşinden her gün dayak yiyen ve bunu kabullenmiş Gülnur (Ayten Soykök) ve üvey baba şiddetine maruz kalan kızı Tülay (Damla Sönmez) eğitim seviyeleri, yaşları ne olursa olsun, erkekler tarafından şiddetin kimi psikolojik kimi fiziksel yönünü gören kadınlar adından da anlaşılacağı gibi ‘Eylem’in’ önderliğinde mücadeleye başlarlar. Sloganları “Birlik olun, intikamınızı alın ama bunu şiddet kullanarak değil iyi yaşayarak, birlik olarak, kendinize iyi bakarak yapın” olsa da kimi zaman mecburen, kimi zaman da tesadüfen şiddete başvuruyorlar.

Konusu çok dramatik gibi görünse de mizahi dil tercih edilmiş olan filmde kadınların birlik olup neler başarabileceğine, seslerini tüm dünyaya duyurabileceğine biraz da fantastik ve abartılı bir yolla şahit oluyoruz. Yıllardan beri çözümü bulunamayan şiddetin sırf kadına yönelik değil tüm dünyada her türlüsüyle var olduğunu da televizyon haberleri sahneleriyle dile getiren film, polis karakteriyle erkek hegemonyasındaki devletin yani gücün de güçlüden, erkekten yana olduğunu mağdur durumda olan kadını korumak gibi bir amacı olmadığını gösteriyor.


Ütopik bir finalle biterek şiddete maruz kalan kadınlara umut olabilecek, izleyenlere hem gülme garantisi vererek eğlenceli dakikalar yaşatan hem de değinilmesi gereken önemli bir konu hakkında düşünmeye iten film, finale doğru biraz sarpa sarması ve temposunun düşmesi gibi olumsuz özelliğinin dışında, erkeklerin de izlemesi gereken başarılı bir kara komedi.

İÇİNDE YAŞADIĞIM DERİ


Pedro Almodovar’ın kendine has tarzıyla çektiği son filmi İçinde Yaşadığım Deri (La Piel Que Habito – The Skin I Live In), Fransız yazar Thierry Jonquet’in Tarantula romanından uyarlanmış, filmin başrollerini Antonio Banderas, Elena Anaya ve Marisa Paredes paylaşıyor.


Frankestain filmindeki gibi ilginç deneylerle bir anlamda kaderi yok sayan, yaratıcı-yaratılan ilişkisini anlatan, gerçekleştirmek istediği deneyini saplantı ve tutkuya dönüştüren bir bilim adamının trajedilerle dolu hayatı üzerinden intikam, takıntı, ihanet, ensest ve Almodovar’ın olmazsa olmazı cinsel kimlik kavramları düşündürülüyor.




Doktor Robert Ledgard, kardeşiyle kaçan karısının trafik kazasında yanması üzerine yeni bir deri oluşturmak için deneyler yapar ve karısının yüzünü görmemesi için evden aynaları kaldırtır. Bir gün karısının kızının söylediği şarkıyı dinlemek için pencereyi açmasıyla camdan yüzünü görür ve pencereden atlayarak intihar eder. Bu duruma şahit olan kızı da ruhsal bunalıma girer ve uğradığı tecavüz sonucu annesi gibi intihar eder. İşte bundan sonra Robert’in intikam serüveni başlar ve sürpriz gelişmeler birbirini takip ederken flashbacklerle geçmiş ve günümüz arasında bağlantılar kurulur.


Alberto Iglesias’ın müziklerinin başarılı bir şekilde kullanıldığı filmde lüks bir malikanede yaşanan ve sırlarla dolu bir hayat bilimkurgu, gerilim ve şiddet unsurlarıyla anlatılıyor. Bedenin değişmesiyle ruhun değişemeyeceği, erkek ve kadın kimliklerinin çatışması, şiddetin cinsellik ve intikam gibi konularda kendini göstermesi filmin ana temalarını oluştururken seyirciyi de sürprizlerle ve beklenmedik bir sonla şaşırtıyor. 


İçinde Yaşadığım Deri, Almodovar Sineması sevenlerin memnun kalacağı bilimkurgu, gerilim ve dramın iç içe geçtiği, arşivde yerini alması gereken başarılı bir yapım. 

"NAR"


Bir mesajı olup düşündürmeyi amaçlayan ve ‘sanat filmi’ kategorisine koyup da sıkılmadan aksine heyecan duyarak izlediğim güzel bir film: Nar.


Başlangıçta birbirinden bağımsız iki ayrı çevre görüyoruz filmde: Biri elit bir semtte olduğu anlaşılan, konforlu, dekoratif bir ev; diğeri fakir, gecekondulardan oluşan varoş bir semt ve bu iki farklı çevrede yaşayan iki farklı kadın… Falcı Asuman’ın Doktor Sema’nın evine gitmesiyle başlayan hikaye, gerilimli temposuyla yaşananları merak içinde izlettiriyor. Sonradan Kapıcı Mustafa’nın da dahil olduğu evde, yarım gün içinde şiddet, gerilim ve dram bizi başından itibaren filmin içine alıyor.




Filmin isminden de anlaşılacağı gibi nar taneleri insanları, birbirimizle aynı bir o kadar da birbirimizden farklı oluşumuzu temsil ediyor. Kesişen hayatlar üzerinden sınıfsal farklılıkların, adalet kavramının, inanç ve vicdan hesaplaşmasının sorgulanmasına neden oluyor. Hepsi birbirinden farklı hayatlara sahip karakterlerin farklı acıları, bir o kadar da aynı duyguları ve gerçek dünyanın acımasızlığıyla duygulara yer olmadığını ya da olamadığını gösteriyor.


“Doğru olan şey bazen yanlıştır”, “vicdan, eskilerden kalma bir şey…” gibi unutulmayacak repliklere sahip olan filmde oyunculuklar da oldukça başarılı. Sadece tek mekanda geçtiği gibi dört kişilik oyuncu kadrosuyla minimalist sinema özelliğine de sahip filmde Serra Yılmaz, falcı Asuman rolüyle sadece bakışlarıyla bile bizi etkilerken kendine has tarzı ve konuşmasıyla karakterle özdeşleşiyor, Erdem Akakçe kapıcı Mustafa olarak ‘tek’ erkek karakteri temsil ettiği halde göze batan ve rahatsız edici bir kimlik sergilemiyor aksine karakteri gayet doğal, olması gerektiği gibi temsil ederek sempatik oluşuyla da filme renk katıyor. İrem Altuğ, filmin başından itibaren dişiliği ve gerçeklerden kendini soyutlamış, modern kadını canlandırırken İdil Fırat, hayatın yükünü omuzlarına almış olması nedeniyle erkeksi, realist, soğukkanlı ve başarılı bir doktor rolüyle oldukça iyi bir performans sergiliyorlar.


Farklı kamera açıları, etkileyici diyaloglar, tek mekanda geçmesine rağmen akıcı ve merak uyandıran geçişler, düşünmeye ve yorumlamaya açık finaliyle Nar, film bittikten sonra düşünmeye iten ve hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir film.

SÜMELA’NIN ŞİFRESİ: TEMEL


16 Aralık’ta gösterime giren ve birçok kişinin merakla beklediği film: Sümela’nın şifresi: Temel.


Adem Kılıç’ın ilk sinema filmi özelliği taşıyan ve yine kendi yapım şirketi Üçgen Yapımevi’nden çıkan filmin konusu gösterime girmeden önce internetteki kısa teaserlarından da anlaşılacağı gibi Trabzon'da geçiyor. Kendisi de Trabzonlu olan Adem Kılıç, fıkralarda geçen Temel karakterini günümüze uyarlıyor ve saf, inatçı, arkadaş canlısı ve dolayısıyla komik biri çıkıyor karşımıza.


Trabzon’da yaşayan ve zengin bir ailenin kızı olan Zuhal’e ilkokuldan beri aşık olan Temel, kızın babası tarafından fakirliğinden dolayı reddedilince zengin olmanın çaresini aramaya başlar ve bu çareyi Sümela’nın şifresini aramakta bulur. Filmin macera kısmı da bu süreçte başlar, Temel’in arkadaşı Turgay’la şifreyi çözmeye çalışırken yaşadıklarına tanık oluruz.


Özellikle imam Necati rolünde baba karakterini canlandıran Salih Kalyon’un yer aldığı sahneler başarılı bir oyunculukla gerçekten güldürüyor. Temel rolüyle Alper Kul, tipik bir Trabzonlu olduğuna bizi inandırıyor ve diyaloglar doğal, samimi ve tabi ki komik.


Alper Kul, Ruhi Sarı, İsrafil Köse, Salih kalyon, Altan Erkekli, Tarık Ünlüoğlu ve Zafer Ergin gibi iyi bir oyunculuk kadrosuna sahip filmde şive, Trabzonlu izleyiciler için yapay gelebilirse de genel olarak doğal duruyor. Bel altı esprilerin olmaması filmin kalitesini arttırırken Trabzon’u özellikle de Sümela’yı görmeyenlere ufak da olsa tanıtım imkanı veriyor ve gidip görmek için merak hissi uyandırıyor. Türk sinema tarihinde başarılı bir komedi olarak değerlendirebileceğimiz filmin göze batan birkaç olumsuz özelliği de yok değil.


Bir mesaj kaygısı gütmeyen, salt güldürü amaçlı yapılmış gibi görünen filmin basit ve sıradan konusu izleme keyfini düşürüyor. Sonlara doğru bazı olayların inandırıcılığını yitirmesi, bir anda karışan mafya sahnelerinin durağan ve komediden uzak oluşu, temponun artmasıyla komedinin azalması ve beraberinde klişe bir son filme verilecek puanı düşürüyor olsa da başarılı oyunculukları, eğlencelik bir seyir düşünen ve çok beklentisi olmayanlar için izlenebilir bir film.