29 Ekim 2012 Pazartesi

Sinema Katilleri



Sene olmuş 2012 (hatta iki ay sonra 2013) ve İstanbul gibi bir metropolde yaşadığım olaylardan yola çıkarak sinemada yapılmamasını ‘rica ettiğim’ birkaç şey var:


  • Sinemada patlamış mısır yemek, sinema kültüründen gelen bir alışkanlık değildir. Sinemanın endüstriyelleşmesine katkısını da geçtim en önemlisi salondaki diğer izleyicileri rahatsız ediyor. Nitekim mısırın sinemada yenmesi fikri, Amerika’daki mısır üretiminin fazla olması sebebiyle bunu paraya dönüştürebilecek bir uygulama olarak ortaya çıkmıştır. Yani mısırın sinemayla özdeşleşmesinin kesinlikle kültürel bir nedeni yoktur, tamamen ticaridir. Yaklaşık iki saat bir şeyler yemeden, sinemaya gitmenin gerektirdiği gibi sessiz bir şekilde film izleyemeyecek olanlara evde izlemelerini öneriyorum.
  • Ne yazık ki hala cep telefonu kullanma adabını öğrenemedik. Telefonlarımızı kapatalım demiyorum ama sessize alsak mesela? Gelen önemli bir mesajsa ve cevap vermemiz gerekiyorsa ekran ışığını bir şekilde gizlemeye çalışsak… Çok önemli bir aramaya cevap vermeliysek salondan biraz eğilerek çıksak… Çok zor şeyler olmasa gerek…
  •  Bazılarımız da salonda karate çalışmaları yapmayı çok seviyor. Önümüzdeki koltukta bir insanın oturduğunu, amacının film izlemek olduğunu ve sizin her ayak hareketinizin koltuğunu sarstığını anlamak için çok zeki olmaya gerek yok… Bacaklarımız oldu ki uyuştu, hareket ettirmek istiyoruz, daha sakince ve yavaşça yapabiliriz, deneyin oluyor…
  •  Kimse bir izleyicinin özellikle filmi izlerken film hakkındaki görüşlerini merak etmiyor. Fikirlerinizi arada ya da filmin bitiminde arkadaşlarınızla paylaşabilirsiniz ancak yakınınızda oturan hiçbir izleyici sizin ‘iğrenç, çok sıkıcı, bu ne be…’ gibi “sanatsal” yorumlarınızı duymak için orada değil.
   Bu seçenekler şahit olunan olaylar ve yaşananlara göre arttırılabilir. Peki, bu basit uyarıları belirtme gereği ne zaman duymayız? Sinemanın bir sanat dalı olduğunu anladığımız zaman…

Gergedan Mevsimi


‘Sarrhoş Atlar Zamanı’, ‘Kaplumbağalar da Uçar’, ‘Kimsenin İran Kedilerinden Haberi Yok’ gibi filmleriyle tanınan ünlü İranlı Kürt yönetmen Bahman Ghobadi’nin yine hayvan metaforu kullandığı son filmi ‘Gergedan Mevsimi’ konusu ve oyuncularıyla oldukça dikkat çeken bir yapım.

BKM Film’in ortak yapımcısı olduğu filmin neredeyse tamamı İstanbul’da geçiyor ve Yılmaz Erdoğan, Caner Cindoruk, Beren Saat, Belçim Bilgin ve Ahmet Mümtaz Taylan gibi isimler ünlü İtalyan oyuncu Monica Bellucci ile aynı kadroda yer alıyor. Oyuncu kadrosundaki ilginç diğer isim ise ülkesi İran’ı devrim sebebiyle terk edip 35 yıldır oyunculuk yapmayan Behruz Vüsuki. Vüsuki’nin hayatıyla oynadığı karakter birbirine çok yakın. Çünkü başroldeki karakterimiz Sahel Farzan, İran devriminden sonra 30 yıl cezaevinde kalan Kürt şair Sadık Kamangar’ın bir uyarlaması.
Filmin başında da belirtildiği gibi hikaye,  Kamangar’ın hapse atılıp ailesine öldü haberinin verilmesinden yola çıkılarak oluşturulmuş. Ghobadi, şairin günlüklerine başvurarak yazdığı senaryoya bir aşk hikayesi eklemiş. Filmde geçen şairin şiirleriyle film, şiirsel ve gerçeküstü bir hal almış.

Sahel, Kürtçe şiirler yazan İranlı bir şair ve Şah döneminden bir albayın kızı Mina ile evli. Mina’nın şoförü Akbar ise Mina’ya umutsuzca aşık. Mina’nın babasının bunu öğrenmesiyle tekme tokat işten atılan Akbar, İran’da yaşanan İslam devrimiyle güçlenerek adeta intikamını alıyor. Akbar’ın hissettiği gerçek bir aşk mı yoksa sınıf farkından yaşadığı ulaşılmaza duyulan aşk mı başlarda anlamak güç, ancak yıllar geçip devran dönmesine rağmen hala Mİna’nın peşini bırakmaması gerçekten aşık olduğunu gösteriyor. Ama nasıl bir aşk? Tecavüze ve psikolojik işkenceye dayanan bencilce bir aşk onunkisi. Bu arada olan, suçsuz yere 30 yıl hapse mahkum edilen Sahel’e ve çocuklarıyla baş başa kalan Mina’ya oluyor. Bu aşk üçgeni ekseninde İran’da yaşanan İslam rejiminin getirdiği insanlık dışı olaylara dokunduruluyor ancak filmin ana teması Sahel’in hapisten çıktıktan sonra karısını bulma arayışı ve bulduktan sonraki sürecine odaklı.
İran Sinema’sının temel özelliklerinden biri olan ‘gerçekçilik’ akımının takipçisi olan ve filmlerinde bunu kullanan Ghobadi, ‘Gergedan Mevsimi’nde bu yola bağlı kalmıyor, konusuyla paralel olarak şiirsel bir anlatıma başvuruyor. At ve kaplumbağa sembollerini kullanarak önceki filmlerine de göndermeler yapan Ghobadi, filmde geçen şairin ‘Gergedanın Son Şiiri’ kitabından esinlenerek gergedan görsellerinden yararlanıyor . Tamamına yakını İstanbul’da geçen film, mekan kullanımı açısından oldukça başarılı; İstanbul,  sonbahar hüznü ve atmosferi, dar sokakları, dip dibe bakımsız eski binaları, dalgalı denizi kullanılarak kasvetli ve soğuk bir ruh hali uyandırıyor. Gerçek bir hikayeden uyarlanan film, işkence, ölüm, tecavüz gibi sarsıcı ve bir o kadar ‘gerçek’ sahneleriyle tüyler ürpertirken sıklıkla kullanılan metafor ve gerçeküstü olaylar bir anda gerçek dünyadan fantastik bir dünyaya götürüyor. Bu da filmden kopmaya, anlam karmaşasına neden olabiliyor. Ghobadi için biraz farklı bir tarz diyebiliriz.
Oyunculuklara bakacak olursak, Monica Bellucci, Yılmaz Erdoğan ve Behruz Vüsuki ‘nin diyalogları oldukça az, bakış ve mimik kullanarak karakterleri oldukça iyi canlandırmışlar. Vüsuki’nin neredeyse bir cümle bile kurmadan gösterdiği performansı gayet başarılı. Erdoğan’ın her şeyi bakışlarıyla ifade ettiği oyunculuğu özellikle‘ruj’ sahnesiyle zirve yapmış. Monica’nın gözlerindeki hüzün ise filmin tamamına hakim. Caner Cindoruk’un, çok fazla sahnesi olmamasına rağmen hissettiği acıyı gayet iyi yansıtmış. Ahmet Mümtaz Taylan ise ufacık sahnesini başarıyla kotarmış.  Ancak Belçim Bilgin ve Beren Saat için benzer şeyleri söyleyemeyeceğim ne yazık ki. Filmin bütün şiirselliğinden uzak sahnelerinde yer alan bu ikili, Bilgin’in abartılı oyunculuğu ve Saat’in donuk bakışlarıyla bir anda filmi zorlama bir hareketliliğe geçiriyor. Özellikle Saat’in filmde tek repliğinin yer aldığı ve belki de oyunculuğunu gösterebileceği en önemli sahnesi maalesef sıradan bir performansla geçmiş. Beren Saat’ten daha iyisini beklerdim açıkçası.
Filmde olmasa daha iyi olurdu diye düşündüğüm Bellucci’nin göğüslerinin göründüğü bir sahne var. Bellucci ismiyle çıplaklığın nerdeyse özdeşleştiğini düşünürsek bu film için gereksiz bulduğumu söylemem gerekir. Beren Saat ve Belçim Bilgin’in yer aldığı birçok sahne gibi kavga sahnesi de çok yapay duruyor ve bir sahnede Bilgin’in Saat’e söylediği ‘amacının erkekleri mutlu etmek olduğunu unutma’ gibi repliği sanki hayat kadını olduklarını anlamayan varsa anlasın düşüncesiyle yazılmış gibi gereksiz. Bunun dışında kaplumbağanın kendini çevirdiği, at ve insan gözünün benzeştirildiği sahneler oldukça sanatsal ve etkileyici. Kullanılan çerçeveler, flashbackli kurgu, çekim planları ve efekler ise kusursuz denebilecek kadar iyi. Görüntü yönetmeninin aldığı ödüller de bunun kanıtı.
Dağıtımını Martin Scorsese’in üstlendiği film, işlenen konu ve üslubuyla Ghobadi imzası taşıyan diğer filmler gibi etkileyici ancak, Kaplumbağalar da Uçar ve Sarhoş Atlar Zamanı’nda olduğu kadar bir tat bırakamıyor ne yazık ki. Yönetmenin alışılmış olduğu gerçekçi tarzından farklı bir yaklaşım sergilediğ filmini İran’daki tutuklulara adadığını hatırlatmakta fayda var.

14 Ekim 2012 Pazar

Altın Portakal'da Dikkat Çekenler

Bu yıl 49’uncusu düzenlenen Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali, festival başlamadan, festival süresince ve ödül sonuçlarıyla adından oldukça söz ettirdi. Neden mi?




  •           Festivalden aylar önce jüri başkanının Hülya Avşar olarak belirlenmesi başta Levent Kırca olmak üzere birçok isim tarafından olumsuz yönde eleştiri aldı. Sinema hakkında yeterince birikim ve bilgiye sahip olmadığı düşüncesiyle bu unvanı Avşar’a yakıştıramayanlar dışında onu destekleyenler de oldu. Daha o zamanlar sonuçların çok sürprizli olacağı düşünülürken beklenen oldu ve festival de ödüller de oldukça tartışıldı.




  •           Festivalde Ulusal Filmler kategorisinde yarışan ‘Derin Düşün-ce’ filminin ensest ilişkiyi konu etmesinin izleyiciler arasında tartışılması ve en önemlisi ‘tartışmalı’ jüri başkanı Hülya Avşar’ın film hakkındaki olumsuz düşüncelerinin medyaya yansıması festivalin ilk günlerinde de gündemde yer almasına neden oldu. Oysa birçok film eleştirmeni tarafından beğeni kazanan filmin festivalden eli boş dönmesi, yönetmeni Çağatay Tosun ve ekibini kırdı, kafalarda soru işaretleri bıraktı. Ancak ‘reklamın iyisi kötüsü olmaz’ mantığından yola çıkacak olursak belki de adını en çok duyuran film olması sebebiyle iyi bir tanıtım çalışması yapılmasını sağladı.



  •          Festival boyunca ünlü pırlanta markası ‘Chopard’ ın Hülya Avşar’a sponsor olması gündemi meşgul etti. Kimi zaman kıyafetle bütünleşmekten uzak, adeta göze sokulma mantığıyla takılmış bu mücevherlerin kullanımı, umarız markanın Türkiye pazarı adına önemli katkıda bulunmuştur.



  •           Geçen yıl uygulamaya başlanıp bu yıl da devam eden sahne süslemede ‘cansız manken’ kullanımı da kimileri tarafından takdir görse de görünüşlerindeki korkutuculuk sebebiyle eleştirilmekten kurtulamadı.



  •           Festivalin kapanış törenine CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, yardımcısı Gürsel Tekin ve eşi Selvi Kılıçdaroğlu’nun katılması, ‘CHP töreni havası kattı’ gibi eleştirilere konu oldu. Bu eleştiriler, sanata siyaset karıştırılmamalı mantığıyla mı yapıldı yoksa aynı şekilde törene iktidardan isimler katılsaydı sessiz kalınır mıydı o da ayrı bir merak konusu…



  •           Cezaevindeki gazeteci Soner Yalçın’ın senaryosunu yazdığı, müziklerini Fazıl Say’ın yaptığı Sivas Katliamı’nı konu alan ‘Menekşe’den Önce’ belgesel filmi Toplumsal Vicdan Ödülü’nü aldı. Ödülü, filmin sorumlu yapımcısı Halide Didem Kurt, gazeteci Mine Kırıkkanat’ın elinden aldı. Kırıkkanat’ın yaptığı konuşma sırasında söylediği "eskiden Madımak'ta yakıyorlardı, şimdi Silivri'ye tıkıyorlar" sözü salonda yoğun alkış aldı. Kurt ise, filmin sorumlu değil zorunlu yapımcısı olduğunu belirterek Soner Yalçın’ın Silivri’den yazdığı mektubu okudu. Alkışlarla sözlerinin sık sık kesildiği geceye bu konuşmalar damgasını vurdu.



  •           “Ben, Sen, O…” filmiyle En İyi İlk Belgesel Ödülünü alan yönetmen Zeynep Oral da konuşmasıyla dikkat çeken isimlerden… Oral, kürsüde yaptığı konuşmada, bir gece önce sahilde yönetmen arkadaşlarıyla sinema hakkında sohbet ederlerken polisler tarafından Kürtçe konuştukları gerekçesiyle uyarı aldıklarını belirtti. Kürtçe bilmediklerini, bilseler de bunun bir suç olmadığını söyleyen Oral’ın açıklamaları üzerine Antalya Emniyet Müdürlüğü’nden jet hızıyla yazılı açıklama geldi. Açıklamada, gelen bir ihbar üzerine kimlik kontrolü yapıldığı, Zeynep Oral’ın konuşmasının gerçeği yansıtmadığı ifade edildi…



  •           En İyi Film Ödülünün sahnede kocaman tabelanın üzerindeki kurdelelerin kesilmesi ve ardından 400.000 TL yazılı dev bir çekle sunulması da eleştirilere maruz kaldı. Bana kalırsa ödülün maddi boyutunun bu kadar vurgulanmaya çalışılması şık bir hareket olmadı ama Garanti Bankası’nın reklamı adına iyi bir çalışma olmuş diyebiliriz.



  •   Başta En İyi Kadın Oyuncu olmak üzere En İyi Görüntü Yönetmeni, En İyi Kurgu, En İyi Sanat Yönetmeni ve Dr. Avni Tolunay Jüri Özel Ödüllerinin yabancılara verilmesi de hoş karşılanmadı. En İyi kadın Oyuncu Ödülünün “Zerre” filmindeki rolü ile iyi bir performans sergileyen Jale Arıkan’a verileceği düşünülürken  “Elvada Katya” filmindeki rolü ile Anna Andrusenk’e verilmesi şaşkınlık yarattı. Ödülünü Kemal Kılıçdaroğlu’nun elinden alan Andrusenk, heyecanından heykelini kürsüye çarpması sonucu kırmasıyla da festivalde bir ilk’e imza atmış oldu.



  •           Ve tabi ki festivalin en çok tartışılan konusu, “Güzelliğin On Par’etmez” filminin başrol oyuncusu 12 yaşındaki Abdulkadir Tuncer’in ‘En İyi Erkek Oyuncu’ Ödülünü alması oldu. Ercan Kesal ve Kadir İnanır arasında çekişmeli bir oylamanın olacağı düşünülürken böyle sürpriz bir sonuçla karşılaşılması hem büyük şaşkınlık yarattı hem de tepkilere neden oldu. Çocuk yaşta bir oyuncunun En İyi Erkek Oyuncu kategorisinde değerlendirilmesi bile doğru değil bence, genç yetenekler için verilen Behlül Dal Jüri Özel Ödülü kapsamında değerlendirme yapılabilirdi. Ancak, eleştirileri yetenekli ve başarılı ‘çocuk’ oyuncumuz Abdulkadir Tuncer’in kalbini kırmadan yapmakta fayda görüyorum.



  •         Son olarak, En İyi Film Ödülü de dahil festivalden toplam 6 ödülle dönen “Güzelliğin On Par’etmez” filminin, Avusturya yapımı olduğu gerekçesiyle yarışma kurallarına uymadığı öne sürüldü. Bunun üzerine Altın Portakal yönetiminden haklı bir yanıt geldi. Filmin Türkiye-Avusturya ortak yapımı olduğu ve ulusal yarışmada yer almasına engel teşkil edecek bir durumu olmadığı belirtildi.



Festival süresince konuşulan ve daha da konuşulacağa benzeyen konular, yapılan eleştiriler, verilen tepkiler ve benim yorumum böyle. Bu yıl için kesin yargılarla konuşmak doğru olmaz ama dilerim seneye daha adaletli, olumsuz eleştirilerin minimize edildiği, adına ve önemine yakışır bir Altın Portakal Festivali izleriz.

Ödüllerin tamamıysa şöyle:

EN İYİ FİLM ÖDÜLÜ: “Güzelliğin On Par’etmez” – Yönetmen: Hüseyin Tabak
EN İYİ İLK FİLM ÖDÜLÜ:  “Zerre” – Yönetmen: Erdem Tepegöz
EN İYİ YÖNETMEN ÖDÜLÜ: Erdem Tepegöz
EN İYİ SENARYO ÖDÜLÜ: “Güzelliğin On Par’etmez” – Senarist: Hüseyin Tabak
EN İYİ GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ ÖDÜLÜ:  “Pazarları Hiç Sevmem” -  Florent Herry 
EN İYİ MÜZİK ÖDÜLÜ:  “Elvada Katya” - Tamer Çıray
EN İYİ KADIN OYUNCU ÖDÜLÜ:  “Elvada Katya” - Anna Andrusenk
EN İYİ ERKEK OYUNCU ÖDÜLÜ: “Güzelliğin On Par’etmez” -  Abdulkadir Tuncer 
EN İYİ YARDIMCI KADIN OYUNCU ÖDÜLÜ:  “Güzelliğin On Par’ Etmez” -  Lale Yavaş
EN İYİ YARDIMCI ERKEK OYUNCU ÖDÜLÜ:  “Küf” -  Tansu Biçer
EN İYİ KURGU ÖDÜLÜ: “Güzelliğin On Par’etmez” - Christoph Loidl
EN İYİ SANAT YÖNETMENİ: “Zerre” - Tora Aghabayova

BEHLÜL DAL JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: “Güzelliğin On’paretmez” - Yüşa Durak 
DR. AVNİ TOLUNAY JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: “Küf” - Nimet İnkaya ve  Gila Benezra
JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: “Toprağın Çocukları” – Yönetmen: Ali Adnan Özgür

SİYAD ÖDÜLÜ:
En İyi Ulusal Uzun Metraj Film: Zerre – Yönetmen: Erdem Tepegöz
En İyi Uluslararası Uzun Metraj Film: Aglaya -  Yönetmen: Krisztina Deak
SEYİRCİ ÖDÜLÜ:
Ulusal Uzun Metraj En İyi Film - Antalya Kent Konseyi Jürisi tarafından seçilen Seyirci Ödülü: Elveda Katya
GENÇLİK ÖDÜLÜ:
Uluslararası En İyi Uzun Metraj Film Akdeniz Üniversitesi Gençlik Jürisi Ödülü: Gülümse - Yönetmen: Rusudan Chkonia

ULUSLARARASI UZUN METRAJDA EN İYİ FİLM ÖDÜLÜ: 
"Aglaya-Aglaja" – Yönetmen: Krisztina Deák
ULUSLARARASI EN İYİ UZUN METRAJ FİLM JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: 
Gülümse - Yönetmen:  Rusudan Chkonia
ULUSLARARASI EN İYİ UZUN METRAJ FİLM PERFORMANS ÖDÜLÜ: 
Süpermarket - Marian Dziedziel

EN İYİ BELGESEL FİLM ÖDÜLÜ: “Siirt’in Sırrı” – Yönetmen: İnan Temelkuran -  Krısten Stevens
EN İYİ İLK BELGESEL FİLM ÖDÜLÜ: ''Ben, Sen, O...'' – Yönetmen: Zeynep Oral
ULUSAL EN İYİ BELGESEL FİLM JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: 
Yuva – Yönetmen: Ebubekir Çetinkaya

EN İYİ KISA FİLM ÖDÜLÜ: ''Sessiz'' – Yönetmen: Rezan Yeşilbaş
ENİYİ KISA FİLM JÜRİ ÖZEL ÖDÜLÜ: Buhar – Yönetmen: Abdurrahman Öner

9 Ekim 2012 Salı

Filmekimi'nden Yansımalar: Tutku





Bu yıl, yaşadığım talihsizliklerden ötürü seçtiğim tüm filmleri alamayarak sadece üç filmle sonlandırdım Filmekimi maceramı: Tutku (Passion), Onur Savaşı (Jagten), Sevmek Gibi (Like Someone in Love). Aralarında beni en çok etkileyen filmden bahsetmek istiyorum sizlere:


Tutku (Passion)

Uzun bir aradan sonra Brian De Palma, çektiği son filminde de cinayet, psikolojik şiddet, gerilim gibi konuları işliyor. Tutku, adı üstünde tutkularına kapılmış, başta iki sonra üç kadının cinayete varan hayatlarını gösteriyor bize.


Rachel McAdams, Noomi Rapace, Karoline Herfurth, Paul Anderson’ın başarılı oyunculuklarıyla göz doldurduğu film, açılış sekansından itibaren 97 dakika boyunca gerilim yaşatacağının haberini veriyor. Büyük bir reklam şirketinin Almanya’daki şubesinde müdür olan Christine (Rachel McAdams) istediği her şeyi elde eden, bunun için de yalan söylemekten, oyunlar oynamaktan kaçınmayan, güzel ve akıllı bir kadındır.  Isabelle (Noomi Rapace) ise, yaratıcı, çalışkan, kariyer yapmak için uğraşan, tam da Christine’e göre bir yardımcıdır. Başlarda iyi anlaşan bu ikilinin arasındaki ilişki, Christine’nin hırsları yüzünden aralarının bozulmasına sebep olacak ve cinayete kadar sürüklenecektir.

Christine’nin tutku dolu dünyası, cinsel yaşamında da kendini göstermektedir; cinsellik onu eğlendiren bir oyun gibidir, tek bir partnerle sınırlı kalmaz, aşk ve bağlılık ona göre değildir. İş hayatındaysa tamamen başarıya odaklıdır, hayatı elde etme üzerine kurulu olduğundan güvenilmez, tehlikeli ve bunların sonucunda yalnızdır. Isabelle ise başta masumluğuyla göze çarpar, aşk hayatında duygularıyla hareket eder, bu da hata yapmasına sebep olur. O kariyerinde yükselebilmek için adil yollar izler ancak bunun onu başarıya götürmediğini fark etmesi çok geç olmayacaktır. Isabelle’in bunu anlamasından sonraki değişimi oldukça hızlı olacak ve hayatı tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde yol alacaktır.

Kimi zaman gerçekle rüyanın iç içe girmesiyle zihni zorlayan, ekran bölme kurgusuyla sinematografik bir estetik yakalayan film, üst sınıfın tutkuları uğruna oynadıkları kirli oyunlar üzerine kurulu dünyalarını, dört kişilik bir ilişki akışı içinde anlatıyor. Bir diğer deyişle süslü, ışıltılı görünen hayatların arkasındaki insanlık dışı olayları gözler önüne seriyor. Ucu açık ve sürpriz bir sonla noktalanan film, De Palma ruhu taşıyan şık bir psikolojik gerilim.

ABD’den önce izlememe fırsat veren Filmekimi’ne teşekkür ederek filmin en kısa zamanda vizyona girmesini umuyor ve kaçırmamanızı tavsiye ediyorum.

NOT: Filmekimi hafta içi gündüz seans biletleri 5 TL,
Biletix hizmet bedeli 1,5 TL,
Biletix bilet teslim bedeli 4 TL.
Yani, ya Filmekimi Biletix ile çalışmasın ya da Biletix biraz kendine gelse diyorum…

1 Ekim 2012 Pazartesi

Taksim'de Bir Pazar


Kitap alırken sahaflardan vazgeçemeyenlerden misiniz? Eskiler yenilerden daha mı değerli sizin için?



Bu Pazar biraz tarihte yolculuk yaptım; kitap kokusu eşliğinde tanıdık bulma heyecanıyla eski fotoğraflara baktım ama tahmin edeceğiniz gibi bir şey bulamadım, yıllar önceki gazete manşetlerini görüp bazı şeylerin hiç değişmediğini fark ettim, kim bilir kimlerin okuduğu eski basım kitapların sayfalarına dokundum, plaklara, film afişlerine baktım… Evet, kısaca Beyoğlu Sahaf Festivali’ne gittim.



Festival, iki kitabı 5 tl’ye alabilecek kadar fiyat uygunluğu, plaklardan eski fotoğraflara, süreli süresiz yayınlara, film afişlerine uzanan çeşitliliği ve şiirden romana eski yeni tüm basımların yer aldığı kitap bolluğuyla meraklılarını bekliyor.





Üstelik ulaşımı da çok kolay. Siz nasıl gidersiniz bilmem ama ben İstiklal’de Odakule’den sağa döndüm, direk karşıma çıktı. Pazar günü olduğu halde kalabalık olmaması belki üzücü bir durum ama tezgahlar arasında rahatça dolaşıp kitaplara istediğiniz kadar bakabilme imkanı verdiği için ben mutlu oldum açıkçası.



14 Ekim’i geçirmeden siz de gidin, kitap ihtiyaçlarınızı giderin, plak koleksiyonunuz varsa yenilerini ekleyin, eski İstanbul fotoğraflarına bir göz atın derim.




Sahaftan çıkıp caddeye döndüm ki hayvan hakları savunucuları eylem hazırlıklarına başlamış. Bu kadar kalabalık bir grup beklemiyordum, öyle ki sloganlardan yanınızdakini duymak bile güçtü. Haklarını korumak için sahipleri tarafından getirilen köpek ve kediler de yerlerini almıştı. Sanat ve spor camiasından da birçok ünlü ismin katıldığı eylemden anlıyoruz ki hayvan hakları koruma yasa tasarısı hiç beğenilmemiş, umarız yetkili merciler de gerekli mesajı almıştır.


Taksim’de bir Pazar böyle geçti. Haftaya görüşmek üzere…


24 Eylül 2012 Pazartesi

Bir Altın Koza Böyle Geçti





Evet, yapılan bazı eleştirilere hak verebilirim:


 - Organizasyonda büyük sıkıntılar vardı. Sanki sıradan, önemsiz bir ödül töreniymiş gibi Altın Koza’nın ismine yakışmayan amatörlük hakimdi. Ödül alanlar konuşma yaparken müziğin sesinin kısılmaması gibi basit teknik hatalar bile yapılmıştı. Ödül alışverişi düzensiz, görsel sunumlar yetersiz, tören üstünkörü ve sanki bir an önce bitmesi için uğraşılıyor gibiydi.


 - Bazı ödüllerin iki kişiyle paylaştırılması çok doğru değildi. Ödülün değerini azalttı. Sanki en iyi değil de en iyiler seçilmiş gibi bir izlenim bıraktı. Bu durum ödül alanları da pek memnun etmemiş gibiydi. ‘Umut Veren Kadın Oyuncu’ ödülünün ikinci kez Neslihan Atagül’e verilmesi ise ayrı bir tartışma konusuydu.


- Ödül sahipleri sadece jürinin beğenisine göre belirlendiği için adil dağıtılmadığı tartışmaları her ödül töreninde gündeme gelir ancak Zeki Demirkubuz’un hakaret boyutuna varan sitemi ne kadar doğrudur, haklı bir tepki midir, sanatçıya yakışan bir davranış mıdır sorgulamak gerekir.


Ama gelin görün ki bazı insanların şu Oscar’ın sanki çok doğal, olması gereken bir şeymiş gibi katılımcıları şıklık yarışına sokma anlayışını burada da beklemesi çok gülünç geliyor bana. Biz sanatçıların ne giydiklerini çok merak etmemeliyiz, şık ya da rüküş olmaları umurumuzda olmamalı. Giydikleri kıyafetlerin markalarını temsil eden reklam panoları değil onlar. Ve işte bu yüzden kapitalizmin dibinin dibi olan bu tutumun bizim sanatçılarımızda olmaması bence bir gurur kaynağıdır. Zira Oscar’da Angelina Jolie’nin derin yırtmaçlı elbisesiyle çıkıp bacağını göstermesi ne sinemaya, ne sanata, ne insanlığa bir katkıda bulunur. Oysa Altın Koza’da o akşam sanatçı duyarlılığıyla toplum sorunlarının, günümüzün en büyük problemi olan terörün konu edildiği konuşmalar yapılmıştır. 


Orhan Eskiköy daha önceki filmi ‘İki Dil Bir Bavul’ döneminde aldığı Yılmaz Güney Özel Ödülü’nü belirterek, “O zaman bir barış iklimi vardı ülkemizde, konuşmaya ve birbirimizi anlamaya başlamıştık. Şimdi yeniden geri sarmaya başladı kaset ve bir hatırlatma yapmak istiyorum hükümete; 3 yıl önce sinemacıları bir araya toplayıp, 'Bu barışa nasıl katkı sunacaksınız' diye sorduğunda, sinemacıların vereceği tek cevap film yapmaktı. Biz üzerimize düşeni yapıyoruz. Lütfen siz de üzerinize düşeni yapın ve verdiğiniz sözleri tutun'' diye konuştu. 


Diyarbakır’da yaşadığını hatırlatan Zeynel Doğan, yine barışı vurgulayan konuşmasıyla dikkat çekti, ''Biz de savaş uçakları çok kalkar. Kent büyük bir gürültü ile çoğu sabah uyanır ve her savaş uçakları sıraya girip uçmaya başladığında anneler vardır pencerenin önüne koşarlar büyük bir kaygıyla. Benim annem de her sabah televizyonu açar, 'barış olmuştur' diye hep bir heyecanı vardır. 'Bugün bir şeyler olacak, memlekette bir şeyler düzelecek' diye. Her sabah aynı heyecanla açar. Ben ödülü Diyarbakır'da barışı bekleyen annelere adıyorum.'' 


Reis Çelik, filminde de konu edindiği kadınların ve annelerin önemini anlatan şu etkileyici konuşmayı yaptı, ''Analardır adam eden adamı deriz ama bu ülkede bir türlü adam olmadık, hep kadınları ağlattık, hep bu analarımıza gözyaşı döktürdük. Dağdakinin, şehirdekinin, yahu biz ne zaman analara gözyaşı döktürmeyeceğiz. Durdurun şu kavgayı şu kan akmasın. Biz sanatçılar olarak dağda mı yatmamız gerekiyor, aşağı mı inmemiz gerekiyor. Biz gidelim, biz siper olalım. Durdurun artık durdurun. Politikacılar oy kaygısından dolayı eğer bu ülkenin gözyaşlarına anaların ağlamasına göz yumup, küçük hesaplar yapıyorlarsa film çekmeyi de sanat yapmayı da bırakalım, her şeyi bir kenara koyalım.'' 


İlyas Salman, Ahmet Arif’in ‘Yalnız Değiliz’ şiirinden bir parça okuyarak aldı ödülünü, ''Bence yüzlerce bin yıldır evrimleşen insan bu ödülü bu filme verecekti. Niye biliyor musunuz bu ödülün içindeki beyaz pamuk, Zonguldak'ta yer altında maden çıkartan, alınlarında ter, suratı kara işçilerin beyazlaşmış halidir". 


Menderes Samancılar ise barış ve kardeşlik isteğini dile getirdi, “Birini seçeceklerdi piyango bana vurmuş. Bu ödülü aldım çok mutluyum. Ancak, ülkemize barış ve kardeşlik ne zaman gelirse hepimiz o zaman mutlu olacağız''. 


Ödül aldıktan sonra ‘toplum için sanat’ anlayışını bir kere daha vurgulayarak sanatçı duyarlılığıyla cesurca konuşmalar yapan, ödül alan, aday olan, sinemada ve sanatta emeği geçen herkesi tebrik ediyor ve ödül sahiplerini belirtip yazımı sonlandırıyorum…


-Umut Veren Genç Erkek Oyuncu Ödülü: Barış Hacıhan (Araf)
-Türkan Şoray Umut Veren Kadın Oyuncu Ödülü: Neslihan Atagül (Araf)
-En İyi Sanat Yönetmeni: Osman Özcan (Araf)
-En İyi Kurgu Ödülü: Öner Biberkökü-İnan Temelkuran-Kristen Stevens (Siirt'in Sırrı)
-En İyi Müzik Ödülü: Ödüle değer eser bulunmadı
-En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülü: Menderes Samancılar (Gözetleme Kulesi)
-En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü: Laçin Ceylan (Gözetleme Kulesi) - Nihal Yalçın (Yeraltı-Araf)
-En İyi Erkek Oyuncu Ödülü: İlyas Salman (Lal Gece), Engin Günaydın (Yeraltı)
-En İyi Kadın Oyuncu Ödülü: Nilay Erdönmez (Gözetleme Kulesi)
-Jüri Özendirme Ödülü: Evin Demirhan (Siirt'in Sırrı)
-SİYAD En İyi Film Ödülü: Şimdiki Zaman (Belmin Söylemez)
-Film Yön Juri Özel Ödülü: Şimdiki Zaman (Belmin Söylemez)
-Film Yön En İyi Yönetmen Ödülü: Erden Kıral (Yük)
-En İyi Görüntü Yönetmeni: Özgür Eken (Gözetleme Kulesi)
-En İyi Senaryo Ödülü: Orhan Eskiköy (Babamın Sesi)
-En İyi Yönetmen Ödülü: Pelin Esmer (Gözetleme Kulesi)
-Jüri Özel Ödülü: Siirt'in Sırrı (İnan Temelkuran ve Kristen Stevens)
-Adana İzleyici Ödülü: Lal Gece (Reis Çelik)
-Yılmaz Güney Özel Ödülü: Şimdiki Zaman (Belmin Söylemez)
-En İyi Film Ödülü: Babamın Sesi (Orhan Eskiköy ve Zeynel Doğan)

23 Nisan 2012 Pazartesi

‘Şahane’ mi Misafir


Geçmiş, yeni başlangıçlar, ortaya çıkmayı bekleyen gizler, cinsel kimlik bunalımları, aile ilişkileri… Ferzan Özpetek, dokuzuncu ve şimdilik son filmi Şahane Misafir ile yine çizgisinden şaşmıyor ve benzer temalar üzerinden farklı bir senaryoyla karşımıza çıkıyor. Gerçek dışı, fantastik öykülü film; dram, komedi tarzıyla olağanlaşıyor ve klişe denebilecek bir konu farklı yaklaşım ve işleyişle sıra dışı hale geliyor. 




Başkahramanımız Pietro, oyuncu olmak umuduyla Catania’dan Roma’ya taşınır ve önce çok sevdiği kuzeniyle yaşamaya başlar, daha sonra kiraladığı eski bir eve yerleşir ve istenmeyen misafirlerin ortaya çıkmasıyla sıra dışı olaylar gelişir. Bu misafirler 2. Dünya Savaşı yıllarında, İtalya’da adını duyurmuş ‘Apollonio’ adlı bir tiyatro kumpanyasının üyelerinden oluşan hayaletlerdir. Geceleri bir pastanede kruvasan yaparak geçimini sağlayan Pietro, bir yandan da deneme çekimlerine giderek oyuncu olma hayalini gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Amacına ulaşmada sorunlar yaşayan Pietro, aşk hayatında da pek başarılı değildir. Bu sırada misafirlerine alışıp onların hayatlarını araştırmaya, sorunlarını çözmeye uğraşırken Özpetek’in her karakterinde olduğu gibi Pietro’da da ruhsal ve karakteristik anlamda bir değişime uğrar.


1940’ların ünlü tiyatrocularının hayatları üzerinden 2.Dünya Savaşı döneminin acımasız şartları, faşizm, nazizim gibi diktatör rejimlere eleştirel bir yaklaşımla dokunduran film, aynı karakterler aracılığıyla o dönemden bugüne kadar değişen sanat anlayışını vurguluyor. Pietro’nun; takıntı haline dönüşmüş, platonik ve masum aşkı sonunda yaşadığı hüsran ve oyuncu olma hayalini gerçekleştirmede yaşadığı başarısızlıklar filmin başından sonuna doğru değişen karakterini ön plana çıkarıyor. Filmin başta ne olduğunu anlayamadığımız ilk sahnesinden sonuna kadar hayaletlerin geçmişlerindeki gizem ve ana karakterin hayatının ne yönde devam edeceği sorusu merak ve ilginin hiç azalmamasını sağlıyor. İlk sahnedeki başarı son sahnede de yineleniyor ve sıra dışı bir kapanışla noktalanıyor film. 


Komedi ve dramın abartıya kaçmadan, fantastikliğin absürtleşmeden dengelendiği filmde oyunculuklar da oldukça başarılı. Özellikle başrolü oynayan Elio Germano, başlarda çekingen, saf karakterin sonradan olgunlaştığını her hareketiyle, yüz ifadesi ve mimikleriyle gayet iyi canlandırmış. Filmin ülkemizde duyulmasının elbette ki önemli bir nedeni olan Cem Yılmaz ise kendinden istenen komik karakteri doğal ve ölçülü bir şekilde sergileyerek, özellikle de düzgün ve akıcı İtalyancasıyla oyunculuktaki yeteneğini bir kez daha kanıtlamış. 


Özpetek’in filmlerinde olmazsa olmaz müzik ise, Sezen Aksu’nun tanıdığımız ezgileri ve ilk defa duyduklarımızla filmle bütünleşiyor, sahnelere derin anlamlar yüklemeyi sağlıyor. Başarılı kurgusu, giriş sahnesinin arada gösterilmesiyle yaşatılan merak ve gerilim duygusu, finale bağlanma şekli de filmin artılarından diyebiliriz. 


Bazı noktaların ucu açık bırakılması, birçok konu ve karakterin bir arada olması film bittiğinde biraz kafa karışıklığı yaratsa da yine kendine özgü, sıcak bir film yapmış Özpetek. İyi tanıtımı ve oyuncu kadrosundaki Cem Yılmaz sayesinde de yönetmenin ülkemizde en çok gişe yapacağı filmi olacak gibi görünüyor Şahane Misafir, ancak Karşı Pencere ve Kutsal Yürek gibi filmlerinin önüne geçemez tabi ki. 


AND THE OSCAR GOES TO…


Yaklaşık 2 buçuk saat ‘Bugün Ne Giysem’ tadında kırmızı halı defilesinin yer aldığı pre-showdan sonra 84. Oscar Ödül Töreni, bizin için bu sabah Los Angeles’taki Kodak Tiyatrosunda ise Billy Crystal’in sunuculuğunda gerçekleşti. Gecede beklenen sonuçlar oldu, neredeyse hiçbir kategoride sürpriz yaşanmadı. 


Hugo ve The Artist bolca adaylığı bulunduğu ödülleri beşer beşer paylaşırlarken en prestijli olanları The Artist aldı. Cannes ve Golden Globe’dan da ödüllerle dönen film; En İyi Film, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Yönetmen ödüllerine sahip oldu. Bana sorarsanız sessiz ve siyah beyaz bir yapım olması dışında pek de bir özelliği olmayan filmin bu kadar ödül alması pek de adil değildi ama yönetmen Michel Hazanavicius’un eşine duyduğu aşk Oscar’ı kazandırmış diye de düşünebiliriz tabi. :) Yedi dalda adaylığı bulunan War Horse ise geceden ödül almadan döndü, konu ve sinematografik açıdan oldukça etkileyici olan yapıma haksızlık yapıldığı düşünüyorum.


Törende bir de “en” yaşandı, Beginners filmindeki rolüyle Christopher Plummer En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu ödülünü alan en yaşlı aktör oldu. En İyi Kadın Oyuncu Ödülü de daha önce 17 kez adaylığı ve 3 de ödülü bulunan Meryl Streep’in oldu. En İyi Yabancı Film Ödülünü yine beklenildiği üzere “A Separation” adlı ”İran” filmi aldı. 


Gecenin bir bölümünde Oscar’da ödül almış ya da adaylığı olmuş kaybedilen sanatçılar anıldı. Kırmızı halı töreninin sıkıcılığının dışında ödül töreninin temposunun hızlı oluşu ve Cirque Du Soleil topluluğunun yaptığı etkileyici trapez gösterisiyle bir Oscar Töreni daha böylece sona ermiş oldu.


Ödül sahiplerinin tamamıysa şöyle:


En iyi film Ödülü: 
The Artist"
En İyi Kadın Oyuncu:
Meryl Streep "The Iron Lady"
En İyi Erkek Oyuncu:
Jean Dujardin "The Artist"
En İyi Yönetmen:
Michel Hazanavicius "The Artist"
En İyi Kısa Animasyon:
"The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore" William Joyce, Brandon Oldenburg
En İyi Kısa Metraj Belgesel:
"Saving Face" Daniel Junge, Sharmeen Obaid-Chinoy
En İyi Kısa Film:
"The Shore" Terry George, Oorlagh George
En İyi Orijinal Senaryo:
Woody Allen ''Midnight in Paris''
En İyi Uyarlama Senaryo: 
Alexander Payne ve Nat Faxon & Jim Rash "The Descendants"
En İyi Şarkı: 
Man or Muppet ''The Muppets''
En İyi Müzik: 
"The Artist" Ludovic Bource
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: 
Christopher Plummer ''Beginners''
En İyi Görsel Efekt: 
"Hugo" Robert Legato, Joss Williams, Ben Grossmann, Alex Henning
En İyi Animasyon: 
"Rango" Gore Verbinski
En İyi Uzun Metraj Belgesel:
"Undefeated" Daniel Lindsay, T.J. Martin, Rich Middlemas
En İyi Ses Kurgusu: 
"Hugo" Philip Stockton, Eugene Gearty
En İyi Ses Miksajı:
"Hugo" Tom Fleischman, John Midgley
En İyi Kurgu: 
"The Girl With The Dragon Tattoo" Angus Wall, Kirk Baxter
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Octavia Spencer "The Help"
En İyi Yabancı Film:
Jodaeiye Nader az Simin (A Separation) Asghar Farhadi (Iran)
En İyi Makyaj:
"The Iron Lady" Mark Coulier, J. Roy Helland
En İyi Kostüm Tasarımı:
"The Artist" Mark Bridges
En İyi Görüntü Yönetmeni:
"Hugo" Robert Richardson
En İyi Sanat Yönetmeni:
"Hugo" Dante Ferretti, Francesca Lo Schiavo


BERLİN KAPLANI


Eyvah Eyvah serisiyle büyük bir başarı yakalayan Ata Demirer yeni filmi Berlin Kaplanı ile karşımıza çıkıyor. Bu kez Trakya şivesinden çıkmış, Almanya’da yaşayan Türk aksanına bürünmüş.


Almanya’da boksörlük ve bodyguardlık yaparak yaşamını sürdüren ancak bokstaki başarısızlıkları yüzünden borçlanan ve borcunu ödemenin peşine düşen Ayhan Kaplan, Türkiye’den gelen bir akrabasıyla oraya döner ve istediğinden fazla paraya sahip olduğunu öğrenir. Yiğeni ve ailesi arasındaki komik denebilecek ilişkilerine şahit oluruz.


Ata Demirer’in Almanya’da yaşayan Türk tiplemesi güzel, aksanı, mimikleri gayet başarılı ancak senaryonun sıradanlığı ve tam anlamıyla komik olamayışı filmden bekleneni karşılayamıyor. Oyuncu kadrosu iyi, oyunculuklar başarılı fakat sadece Ata Demirer’in oynadığı karakterin üstüne gidildiği ve diğer karakterlere derinlemesine inilmediği için her şey tek bir karakterin arkasında sönük kalıyor. Birinci bölümün Almanya’da geçen sahneleri güldürü açısından vasatın üstünde olsa da Türkiye’de geçen ikinci bölüm sonlara doğru daha çok dramatik yönüyle ön plana çıkıyor. Filmde yine aile unsuru oluşu, neredeyse hiç küfür olmayışı komedi kalitesini yükseltirken basit bir hikayenin konu alınması ve sadece Ata Demirer’in olduğu sahnelerin kahkahalarla değil belki ama gülümsetmesi filmin biraz aceleye getirilmiş, pek özenilmemiş olduğu izlenimini veriyor. 


Kısacası Berlin Kaplanı ailece izlenebilecek eğlencelik bir seyirlik tadında ama Eyvah Eyvah’taki kadar bir komedi beklememek gerekiyor.

KURTULUŞ SON DURAK


Ülkemizde kadına şiddet sadece 3. Sayfa haberlerinde değil manşete taşınacak kadar fazla ve dozajı da giderek artmaya başladı. İşte tam da böyle bir dönemde Türk sinemasının ihtiyacı olduğu film gösterime girdi: Kurtuluş Son Durak.





Adı Vasfiye, Asiye Nasıl kurtulur, Kadının Adı Yok gibi filmlerden tanıdığımız Barış Pirhasan’ın senaryosunu yazdığı, oğlu Yusuf Pirhasan’ın yönetmenliğini üstlendiği film, oyuncu kadrosuyla da oldukça başarılı. Belçim Bilgin, Demet Akbağ, Asuman Dabak, Nihal Yalçın, Ayten Soykök, Damla Sönmez, Yavuz Bingöl, Ahmet Mümtaz Taylan, Mete Horozoğlu gibi birbirinden iyi isimler karakterlere tam da uygun bir şekilde seçilmiş, ödül alabilecek performanslar sergilenmiş.

Sevgilisi tarafından düğününe iki hafta kala terk edilen Eylem (Belçim Bilgin), Kurtuluş semtindeki Saadet Apartmanına taşınır. Saadet Apartmanı sakinleri ismiyle manidar bir şekilde pek de saadet içinde değillerdir. Abileri tarafından yaşlı babasına bakmaya mahkum bırakılmış Vartanuş (Demet Akbağ), kendisini pavyondan kurtarmış mafya tipli kaba saba bir adamla evlilik hayalleri kuran Goncagül (Nihal Yalçın), pısırık kocasından bunalan kuaför Füsun (Asuman Dabak), müzisyen eşinden her gün dayak yiyen ve bunu kabullenmiş Gülnur (Ayten Soykök) ve üvey baba şiddetine maruz kalan kızı Tülay (Damla Sönmez) eğitim seviyeleri, yaşları ne olursa olsun, erkekler tarafından şiddetin kimi psikolojik kimi fiziksel yönünü gören kadınlar adından da anlaşılacağı gibi ‘Eylem’in’ önderliğinde mücadeleye başlarlar. Sloganları “Birlik olun, intikamınızı alın ama bunu şiddet kullanarak değil iyi yaşayarak, birlik olarak, kendinize iyi bakarak yapın” olsa da kimi zaman mecburen, kimi zaman da tesadüfen şiddete başvuruyorlar.

Konusu çok dramatik gibi görünse de mizahi dil tercih edilmiş olan filmde kadınların birlik olup neler başarabileceğine, seslerini tüm dünyaya duyurabileceğine biraz da fantastik ve abartılı bir yolla şahit oluyoruz. Yıllardan beri çözümü bulunamayan şiddetin sırf kadına yönelik değil tüm dünyada her türlüsüyle var olduğunu da televizyon haberleri sahneleriyle dile getiren film, polis karakteriyle erkek hegemonyasındaki devletin yani gücün de güçlüden, erkekten yana olduğunu mağdur durumda olan kadını korumak gibi bir amacı olmadığını gösteriyor.


Ütopik bir finalle biterek şiddete maruz kalan kadınlara umut olabilecek, izleyenlere hem gülme garantisi vererek eğlenceli dakikalar yaşatan hem de değinilmesi gereken önemli bir konu hakkında düşünmeye iten film, finale doğru biraz sarpa sarması ve temposunun düşmesi gibi olumsuz özelliğinin dışında, erkeklerin de izlemesi gereken başarılı bir kara komedi.

İÇİNDE YAŞADIĞIM DERİ


Pedro Almodovar’ın kendine has tarzıyla çektiği son filmi İçinde Yaşadığım Deri (La Piel Que Habito – The Skin I Live In), Fransız yazar Thierry Jonquet’in Tarantula romanından uyarlanmış, filmin başrollerini Antonio Banderas, Elena Anaya ve Marisa Paredes paylaşıyor.


Frankestain filmindeki gibi ilginç deneylerle bir anlamda kaderi yok sayan, yaratıcı-yaratılan ilişkisini anlatan, gerçekleştirmek istediği deneyini saplantı ve tutkuya dönüştüren bir bilim adamının trajedilerle dolu hayatı üzerinden intikam, takıntı, ihanet, ensest ve Almodovar’ın olmazsa olmazı cinsel kimlik kavramları düşündürülüyor.




Doktor Robert Ledgard, kardeşiyle kaçan karısının trafik kazasında yanması üzerine yeni bir deri oluşturmak için deneyler yapar ve karısının yüzünü görmemesi için evden aynaları kaldırtır. Bir gün karısının kızının söylediği şarkıyı dinlemek için pencereyi açmasıyla camdan yüzünü görür ve pencereden atlayarak intihar eder. Bu duruma şahit olan kızı da ruhsal bunalıma girer ve uğradığı tecavüz sonucu annesi gibi intihar eder. İşte bundan sonra Robert’in intikam serüveni başlar ve sürpriz gelişmeler birbirini takip ederken flashbacklerle geçmiş ve günümüz arasında bağlantılar kurulur.


Alberto Iglesias’ın müziklerinin başarılı bir şekilde kullanıldığı filmde lüks bir malikanede yaşanan ve sırlarla dolu bir hayat bilimkurgu, gerilim ve şiddet unsurlarıyla anlatılıyor. Bedenin değişmesiyle ruhun değişemeyeceği, erkek ve kadın kimliklerinin çatışması, şiddetin cinsellik ve intikam gibi konularda kendini göstermesi filmin ana temalarını oluştururken seyirciyi de sürprizlerle ve beklenmedik bir sonla şaşırtıyor. 


İçinde Yaşadığım Deri, Almodovar Sineması sevenlerin memnun kalacağı bilimkurgu, gerilim ve dramın iç içe geçtiği, arşivde yerini alması gereken başarılı bir yapım. 

"NAR"


Bir mesajı olup düşündürmeyi amaçlayan ve ‘sanat filmi’ kategorisine koyup da sıkılmadan aksine heyecan duyarak izlediğim güzel bir film: Nar.


Başlangıçta birbirinden bağımsız iki ayrı çevre görüyoruz filmde: Biri elit bir semtte olduğu anlaşılan, konforlu, dekoratif bir ev; diğeri fakir, gecekondulardan oluşan varoş bir semt ve bu iki farklı çevrede yaşayan iki farklı kadın… Falcı Asuman’ın Doktor Sema’nın evine gitmesiyle başlayan hikaye, gerilimli temposuyla yaşananları merak içinde izlettiriyor. Sonradan Kapıcı Mustafa’nın da dahil olduğu evde, yarım gün içinde şiddet, gerilim ve dram bizi başından itibaren filmin içine alıyor.




Filmin isminden de anlaşılacağı gibi nar taneleri insanları, birbirimizle aynı bir o kadar da birbirimizden farklı oluşumuzu temsil ediyor. Kesişen hayatlar üzerinden sınıfsal farklılıkların, adalet kavramının, inanç ve vicdan hesaplaşmasının sorgulanmasına neden oluyor. Hepsi birbirinden farklı hayatlara sahip karakterlerin farklı acıları, bir o kadar da aynı duyguları ve gerçek dünyanın acımasızlığıyla duygulara yer olmadığını ya da olamadığını gösteriyor.


“Doğru olan şey bazen yanlıştır”, “vicdan, eskilerden kalma bir şey…” gibi unutulmayacak repliklere sahip olan filmde oyunculuklar da oldukça başarılı. Sadece tek mekanda geçtiği gibi dört kişilik oyuncu kadrosuyla minimalist sinema özelliğine de sahip filmde Serra Yılmaz, falcı Asuman rolüyle sadece bakışlarıyla bile bizi etkilerken kendine has tarzı ve konuşmasıyla karakterle özdeşleşiyor, Erdem Akakçe kapıcı Mustafa olarak ‘tek’ erkek karakteri temsil ettiği halde göze batan ve rahatsız edici bir kimlik sergilemiyor aksine karakteri gayet doğal, olması gerektiği gibi temsil ederek sempatik oluşuyla da filme renk katıyor. İrem Altuğ, filmin başından itibaren dişiliği ve gerçeklerden kendini soyutlamış, modern kadını canlandırırken İdil Fırat, hayatın yükünü omuzlarına almış olması nedeniyle erkeksi, realist, soğukkanlı ve başarılı bir doktor rolüyle oldukça iyi bir performans sergiliyorlar.


Farklı kamera açıları, etkileyici diyaloglar, tek mekanda geçmesine rağmen akıcı ve merak uyandıran geçişler, düşünmeye ve yorumlamaya açık finaliyle Nar, film bittikten sonra düşünmeye iten ve hafızalardan kolay kolay silinmeyecek bir film.